18 Ekim 2018 Perşembe

MANİFESTO

 Bahsedeceklerim konusunda tamamen şeffaf olacağımdan hiç şüpheniz olmasın. Bu satırlar bireysel yaşamımla ilgili aldığım ve alacağım kararların bir nevi manifestosudur. Modern insanın içinde bulunduğu genel mutsuzluk hali, dünyanın yapaylaşması ve sanallaşması, olumlu veya olumsuz gelişen tepkimelere karşı tepkisiz kalıyor oluşumuz, kurşun gibi ağır olan mevcut havanın değişmesi konusunda fikir üretemememiz, yapaylığa yaklaşırken beşeri hayattan uzaklaşmamız, her görüşe ve inanışa karşı alınan kutuplaşmış tavır, tahammülsüz ve hoşgörüsüz bakışlar, çocukken bize anlatılan 9-6 yollarının aslında gerçekten 9-6 olmadığı gerçeği vs vs... Son birkaç yıldır insan olarak değil de robotumsu bir canlı olarak yaşadığımın farkına vardım. İnsan olmadığımdan eminim. İnsan dediğimiz canlı; üretir, düşünür, gezer, sever... Şöyle bir bakıyorum da epeydir bu saydıklarımı ve daha da fazlasını tam olarak yerine getiremiyorum ve bu sebeptendir ki mutlu olma eşiğim çok düşmüş durumda. Örneğin trafikte önüme çıkan kasisin bir boşluğunu bulup ta lastikleri oraya denk getirdiğimde mutlu oluyorum. Oysa ki halihazırda bulunan ve bana kattığı marjinal faydası daha yüksek olan duygusal veya mental hassasiyetlerin farkına varmadan uçup gittiğini teeee Üsküdar'a vardığında anladım. Üsküdar deyince Ahmed Arif beni anmış olmalı...

 Yaşadım diyebilmek istiyorum. Çok karamsar falan değilim, yaşam standartlarımı düşürmeden ama buna karşı diretmenin kademeli olarak da artması dileğiyle kendime, çevreme, doğaya ve sevdiklerime karşı daha fazla zaman ayırıp bu doğrultuda yaşamaya karar verdim. Çok basit veya monoton gelebilir fakat benim için bu kararları almak önemli. Elbette bir into the wild olmayacak, yada the secret deyip beklemeye almayacağım kendimi. Bir şeylerin değişmesi uğruna birey olarak bir şeyler yapacağım. Epeydir yapmadığım şeyleri. İlk işim bir zeytin fidanı büyütmek olabilir mesela. Yada kış yaklaşıyor, çıkıp booozaaa diye çınlatsam mı sokakları hı ne dersiniz. Otogar veya tren garı çıkışında bekleyen kişileri evlerine de bırakabilirim tabii. Kokoreç bile yapabilirim, hemde en alasını. Yeter ki yaptığım şey beni mutlu etsin ve bunun karşılığında like beklemeyim.

 Günlerden 19 Ekim. Kasım ayına merhaba dememize 13 gün var. Maaşlar yatacak. Büyük bir kısmına dokunmadan çeşitli yollarla bir yerlere ödemeler yapacağız.. daha dokunmadık bakın burası çok önemli.. fiilen bile dokunmadık.. hoop paralar atta gitti.. modern insan olarak faturaları, kirayı,kredi kartını, ev-araba kredisini ödedik demi. ohh bir rahatlama geldi deme gitsin. öyle bir rahatladım ki 4, 47 tl lik kalan bakiyeyi de görünce olsun be daha bizim artı para kredimiz de var.. hemencik orada hesapları yapıp gel bakalım Aralık demeye başladık... Nasıl olsa Ocak ta büyük ikramiye bize vuracak, toparladık lan iyi mi modunda şehrin avm sine gidip şappadanak bir buçuk porsiyon acılı iskenderi mideye indirme vakti gelmiştir. Hooop kime diyorum adama saf derler ne duruyorsun. Bak elim kornada ışığın kırmızıdan sarıya geçmesini bekliyorum. Hemen bascam kornaya..

 Bütün bunlar çok tanıdık geldi değil mi? Hadi hep beraber Tyler Durden olup sabun yapmaya başlayalım derdinde değilim. Yarını bugünden farklı yaşamanın derdindeyim. Yarın farklı bir gün olsun istiyorum. Yorulayım, kirleneyim, düşeyim.. Düşmek dedim de ben sahiden uzun zamandır düşmüyorum. En son düştüğümde ön iki dişim kırılmıştı, aslında bunu tercih etmeyebilirim. Hem de okul kütüphanesinin önünde. Hemde birkaç ay sonra birlikte güzel vakitler geçireceğim birinin önünde. Yok hayır düşmeyim en iyisi. Bunu istemiyorum. Hem şimdiki dertlerim daha farklı. Mesela yüzüğüm o ilk boğumda sıkışsın. Derdim de bu olsun. Sert bir manifesto için konu çok mu sulandı ne? Varsın sulansın ben dilime ne geliyorsa onu yazıyorum. Dünyam olarak nitelendirdiğim kadının okuyacağını bile bile bi şeylerin ucundan azcık da olsa bahsettim. Her şey yerinde ve zamanında değerlidir ve orada kalır çünkü.

 Değişimden bahsettik bolca. Fakat bir yandan da bazı şeyleri bir kenara bırakamıyoruz maalesef. Bunların başında işimiz geliyor. Evimize götürdüğümüz bir parça ekmektir aslında bu. Yapılan iş her ne ise kutsaldır. Kazandığın parayı hak ettiğini bilmek beni gerçekten mutlu ediyor. Bu konuda sıfır şüphe ile gidip geliyorum işime. Nispeten kalabalık bir ekiple bir işin ucundan tuttuk bizde. Çalışma çağındaki her çağdan kişiyle çalışıyoruz. Kendimce iş yerimi daha eğlenceli hale getirebilecek, insanları motivasyon olarak yukarı çıkarabilecek bir şeyler düşünüyorum aslında.. Hatta fiiliyata geçirdiğim birkaç deneme de yaptım. Sonucunda o günü gülerek geçirdiğim anlar yaşadım. Ama bu gülme öyle sıradan bir gülme değildi. İnsanları izlerken güldüm. Denediğim şeyde kısmen başarılı olduğumu ve bunun o insanlarda bir iz bıraktığını anlayınca erdem devam et dedim. O hafta boyunca devam ettim. Sonraki hafta ilk gün durdum. İkinci günü aralarından birisi gelip bana dünyanın en yağışlı bölgesi neresi hadi bil bakalım diye bir soru sordu? Cevabı çok iyi biliyordum fakat o anın büyüsü farklıydı ve büyüyü bozmak istemedim. İstediğimi almıştım. Fiiliyata geçirdiğim şey çok sıradan bir şeydi. Genel kültür soruları sordum her karşılaştığım kişiye. Örneğin Sekbanı Cedit nedir? Yada Akdenizin nehirleri serindir derindir? Peki serindir derindir de bu nehirler nereye dökülür diye sorduğumda  karadenizin nehirleri daha serindir cevabını alacağımı nereden bilebilirdim ki :). Martavaya bakar mısın? Amaç bunları yakalamak, çünkü bir yerlerde gizli. Mesele bunu çıkarmayı başarmak.

 Ömrünün tomurcuk baharında hayatı karanlık atölyeler olmuş bir modern insan örneğiyim. Uzun süredir bir şey üretmiyorum, fikir kazanım kaynamıyor. En son yaptığım gözle görülen iş evin orta sehpasını farklı bir tona boyamak oldu. Onu da hala tam tutturamadım. Buna birkaç ay oldu. Şu an hala aklım akdenizin sularında :). hiç unutamam ki. Neyse dağılmayalım. İlk olarak kendime gerçekçi hedefler belirlemem gerekiyor. Bugün, dün yapmadığım bir şeyi yapmalıyım. Bunun kararını gün içerisinde vereceğim.

 Ünlü ingiliz kulübü Liverpool taraftarlarının güzel bir sözü vardır: YÜRÜDÜĞÜN YOLDA ASLA YALNIZ DEĞİLSİN. Ben yalnız olmadığımı biliyorum bu yolda. Ne pahasına olursa olsun değişim vakti gelmiştir. Ellerim bağlı arkamda bekleyemem. Şu parola ile hareket etmek istiyorum: önce karşımdakinin mutluluğu. Gerisi zaten gelecektir. Gerisinin gelmesi demek... Bunu hiçbir hayal gücü öngöremez. Bekleyip göreceğiz. Gözünüz kulağınız açık olsun, bir sonraki yolculuğumuzda varış yerimizi sizler belirleyeceksiniz.

3 Eylül 2018 Pazartesi

Daha Keyifli

 Diyelim ki birçok şeyin daha anlamlı olduğu zamanda ve yine diyelim ki ''berhudar ol limoncu'' diyerek her sabah yüzünde tebessüm yaratan cuma pazarının neşelerinden red kit ağabeyimiz ile karşılıklı jonglörlük yaparken buluyoruz kendimizi. Yaş daha on5 biva içmek daha bir keyifli. İçme diyor red kit. Kırıkkale ilinin Keskin ilçesinden çıkıp gelmiş bu taraflara. Red; uzun boylu, hafif sakallı, geniş kıyafetler giyen, ince sesli, küçücük arabasına dünyaları sığdıran, kocaman yüreğine ise yalnızlığı gömen neşeli ve sohbeti güzel bir abimizdir. Üniversite yıllarımda küçücük valizlere dünyaları sığdırmamda payı çoktur. 
 Cuma pazarı en sevdiğim pazardır zira evimize çok yakındır ve biraz daha fazla dinlenme şansımız vardır. Sabah 6 da kalk borusu çalar ve sarı fatih yada kırmızı bedford kapıda beklemektedir. Vitesler gacır gucur ederek geçer. Kokmuş meyve sebze kokusu, sigara kokusu, biva tenekesi kokusu, bedfordun kendi kokusu eşliğinde tıngır mıngır gireriz pazar yerine. Diğer herkesin de bizden çok farkı yoktur. Seçilmiş hayat budur çünkü. Ama yaş on5 biva içmek daha bir keyifli. Pazar kurulmaya başlar, zikkeler çakılır, kasalar dizilip tezgahlar üzerine oturtulur. Domatesçi malı vurmaya başlar. Dipnot: bir sebze tezgahında domatesçi kimse kral odur. Domates iki tablaya köşeli şekilde vurulur. O en köşedeki üçgen yerde en iyi domatesler vardır.O domatesleri ancak akşam pazarında bütün mal biterse alabilirsiniz. Aksi sadece tanıdık müşterilerde geçerlidir. Domates satmak sanattır bence. Elinin terazi olması lazım bir kere. Akşam pazarında domates yetiştiremezsen adama saf derler. Kefeye koyduğun her mal istenen kilo kadar olmalıdır yada -+ 1 adet şeklinde olmalıdır. O zamanlar öyleydi. İyi mal satarsan karşı tezgahtan diğer domatesçi etiket oyunlarına başlar. Senin yazdığın 5 kilosu 2 lira etiketi güme gider çünkü karşıda iş 3 kilosu 1 lira olmuştur. Almayan müşteriye de yallaahh tazyik diyemeyeceğine göre istemeye istemeye de olsa alt taraftan 3 kilosu 1 lira etiketi çıkar. Bense bunları en kenarda dolmabiber tezgahında izlerdim. Babama poşet yetişmezdi. Öyle domates satardı. Eli çok yatkındı ve müşteri iletişim becerisi çok yüksekti. Keyif alırdım babam domates tarttıkça. Ama yaş on5 biva içmek daha bir keyifli.
 Dolmabiber, fasulye ve patlıcan satardım ben. Babam birkaç mani öğretmişti. Patlıcanı patlat gaynanayı çatlat. Patlıcanın garası olur ızgarası tavası. Gara patlıcan gara gözün kör olsun Angara bir el gızının yanında galıyom anam yok babam yok. Hoşgeldiniz Angaraya :) Bunlardan sonuncusu hariç diğer ikisini söyleyerek kalabalığın ilgisini çekmeye çalışırdım. Karşı tezgahta işkembeci Aytekin abi vardı. Muhteşem işkembe içerdi. Gözlerimin içine baka baka patlıcan satardı. Kendi kendime ulan sen görürsün senin yaşına geldiğimde domates satıyor olacağım derdim. Küçücük dünyamın en büyük hayali buydu işte. Domates satmak daha çok domates satmak. 
 Müşterinin gelişinden anlarsın oğlum derdi babam. Gözleri tezgahta hızlı hızlı gelen birisi hiçbir şey sormadan şundan, bundan biraz da ondan deyip malı alır gider derdi. Gerçekten de öyle olurdu. Öyle zamanlarda babam beni domates satıyor olsa da geriye iterdi etiketleri kaldırıp kendi kafasından üç beş artırıp hesabı katlardı. Bu iş böyledir kusura bakmayın. Belime bağlamış olduğum 1587 tane gözü olan pazarcı önlüğüme atardım paraları. Her paranın ayrı yeri vardı. Önlüğümü çok severdim. Bozukları akşamki hesapta çıkarmazdım eve gidince kardeşim ve anneme açardım. Büyük bir keyifle açıp sayarlardı. Özellikle kardeşim.. Şu kocaman 50000'lik bozukluk vardı ya hani.. Hahhh işte ona bayılırdı. Ama yaş on5 biva içmek daha keyifli..
 Semaverde az şekerli çay içip bol sarnıçlı Akşemseddin camiinin avlusunda yaşıtım Baran ile eve gitmeden evvel biraz oturur köfte ekmeğimizi yerdik. Evde bizi bekleyen yemekler olmasına rağmen pazar yemeği gerçekten bir başka lezzetli oluyordu. Hala da öyledir benim için. Yaşımız küçük olmasına rağmen elimizden iş geldiği için pazar çevresinde her esnaf bizi severdi ve saygı duyardı. Gelip şu 50' liği parçalar mısın dedikleri zaman mutlu oluyor kendimi önemli hissediyordum. Ama yaş on5 biva içmek daha bir keyifli.
 Pazara türlü sebeplerden dolayı çıkamadığımız günler oluyordu. O günlerde kocaman kırmızı bedford ile sokaklarda gezemediğimiz için dede yadigarı traktör ile satışa çıkardık. Babam traktörü kullanır bense arkada kendime bir yer ayarlar oturur müşteri durdurunca istediği maldan verirdim. Mahallelerde tanıdık çıkardı haliyle ve onlara mal satmak daha bir keyifli oluyordu. Biliyordum ki akşam eve gittiklerinde benden bahsedeceklerdi. İyi mallardan verirdim hep. Tüpçü Muharrem'den gıcık aldığım için ona sıradan verirdim. Gittikçe elim terazi olmaya başlamıştı. Gelişimim konusunda şüphe etmiyordum. Tezgahlara kendimce düzen ve iltizam veriyordum. Kendimi tamamen odaklamıştım. Her şey gerçekten çok iyi ve keyifliydi ama yaş on5 olunca biva içmek daha bir keyifliydi...

2 Aralık 2017 Cumartesi

Mantar & Enginar

 Kumsalda sevişelim..Martı Jonathan'ın kanadında çırpalım. Sincap tadında yaşayalım, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden sadece var olanlarla yetinebilme dirayetinde yaşayalım. Fındık kurtlarına katlanmak şartıyla. Böyle katlanıp cebe konulan fındık kurtlarından. Onlar iyi ki var. Öngörülmez olalım ama yine de gülelim anlatılan anadolu hikayelerine.. Semaver kokan hikayelere.. Duymasa da hiç kimse ihtiyar adam ve denizin serzenişlerini biz yine de ağa takılan balık olalım. Belki büyük balık biz olmuşuzdur hı ne dersin? Büyüdük mü o kadar biz? Yada büyüdüysek neye göre kime göre. Ben bisiklete bindiğim günden beri büyüğüm. Babamın sayesinde büyüdüm. O aldı hayatımın ilk DODO'sunu fiti fiti gezerdim sokaklarda, üşümezdim eski bakkalın çukulata kokan önünden geçerken köşedeki tüpçüye uğrayıp hava basardım tekerleğe. Bunu sanırım bişey zannederdim. Bütün bu anları kozasından kurtulup uçan kelebek gibi savruk ama kararlı tavırlarla içimde yaşardım. Dışavurumum eksikti çocukken. Bunu başına birçok belki ile başlayan kelime koyarak oluşturulacak cümlelerle açıklayabilirim. Belki yalnızlığı seviyordum. Belki girişken değildim.   İlkokulda ingilizce derslerinin başladığı yılda daha ilk sene gayet bilinçsiz olarak past tense cümlesi kurmuşum haberim yok. Akşam eve gidiyorum pantolonumu sıyırıyorum külotum yok. Nasıl olur nereye gider diye hiçbir sorgulama yok. Mahallede ev ekonomisine katkı sağladığım günlerde okul kantinini salı ve perşembe günleri ben işletiyordum okul müdürünün isteğiyle. Fen bilgisi dersinde DNA & RNA konusunu işlerken sitozin ve urasil ikamesini anlatıyordu SEMA PARLAR. Kapı çalındı karpuzcu bu sınıfta mı? dedi okul müdürü. Gayet anlaşılır ve temiz bir şekilde parmak kaldırdım, burdayım dedim. Adım karpuzcuydu mahallede kapı önündeki tezgahımızda karpuz, beyaz lahana, bal kabağı gibi tek parçada çok fazla kilo döven şeyleri satardım. Mahalleden ve sınıftan arkadaşlar gelirdi karpuzcu derlerdi. Rehberlik hocamız karpuzcu derdi, basketbol oynardık onunla. Karşılıklı severdik birbirimizi. Bloklamıştım bi şutunu hiç unutmam :) kovaladı tuttu kaldırdı beni pota demirlerinden tutturdu (merak etmeyin pantolonumu sıyırmadı), birkaç saniye sonra atladım, kurtardım kendimi.
  Kesik kesik ve kopuk kopuk ilerliyor demi. Ama hayatın kendisi böyledir, geri kalanı tamamlamak, hayal etmek, düşünce ile var etmek size kalmış. Eksik yanlarını tamamlayın. Kendi kendinizin sakisi olun. Doldurun eksik kalmasın.
  Yorgun ve yalnız bir halde kaldırımlara misafir olunan boza geceleri... Şehir uykuda, güneş küsmüş bu küreye. Günlerden aytenertesi. Hava hafif üşümelik. Issız tepelerde şiir okuyan maşuklar. Bir anda gelen mantar&enginar ikilemi. Sonrası mı? Gözüm dalıyor arkadaşlar, gariplenmesin yüreğim.
  

24 Aralık 2016 Cumartesi

JaM & DoDo I

Yer: Çukurambar
Yıl: 1991
Kahramanlar: Saltuk - Sarey
  
 Sabahın erken saatleriydi, bu ellere geleli 2 yıl gibi bir süre geçmesine rağmen Saltuk; Hamide anasının heybesine tıkıştırdığı bir tas katık, üç domates, iki salatalık ve tandır ekmeğinden oluşan azığını özlerken buluyordu kendisini çarşamba sabahları. Köylü pazarı kurulur, Sarey'i görmek için gitse de bunu zorturların Ali'sinden ve gafarların Hüseyin' inden saklardı.Yaşadığı yerde böyleydi bu tür şeyler ama Emek'teki pastanelerde meşrubatlarını yudumlayanları görünce hasbinallah çeker yönünü başka sokaklara çevirirdi. Saltuk için fazlaydı bunlar. Sabancı kız yurdunun köşesinde kanununu çalarken camdan gördüğü,önünden geçip yurda giren bu üniversitelilere bakıp bakıp kendi kızlarının okuma hevesini gözden geçirirdi. Hele bir de yanında erkeklerle gelen kızları görünce köşedeki manavcı Ali Emmi'ye bakar benim nevaleyi hazırla da yavaş yavaş gideyim derdi. Öyle çok fazla almazdı evde bulunsun diye düşünürdü. Saltuk gelenekçi bir ailenin tek evladıydı. Babası Bafra'da pidecide çalışmış, annesinin vefatıyla orada daha fazla kalamayıp Kayseri' ye dönmüşlerdi. Babasını da geçen yıl kaybedince iyice ıssızlaşan baba ocağına gideceğini pek de zannetmiyordu. Zira Sarey ve çocuklarıyla mutlu mesut yaşıyorlardı.
 Saltuk gündüzleri çorap çamaşır satar, akşamları ise kanun çalmaya çıkardı. Fasıl ekibine bir türlü giremediği için üzülür ama şapkasında ufak ellilik şıngırtısını işittiğinde mızrapını daha bir iştahlı vurur, dinleyicisine gülümsemesini ihmal etmezdi. Kanun çalmayı dedesi Apır Veli'den öğrenmişti. Yıllar sonra Emek'te, Bahçeli'de kanun çalarak para kazanacağını elbette bilemezdi. İsmini Sarı Saltuk'tan esinlenerek koymuştu dedesi zamanında. Bre Saltuk bi Fidayda çal da sevdiceğim Ankara seymeni görsün diye takılanlar olurdu da Saltuk pek takmaz gülüp geçerdi. Nadir de olsa düğünlere gider düğünün sonuna kesinlikle Çubuğuna Lüleyim halay havasını saklardı. Oy lele lele İBRAAAM OYY makamına geldiğinde daha bi şenlenir suratında muzip bir ifade belirerek gelinle damada mutluluklar dileyip çıkardı. Eve dönerken Sarey'in sevdiğini bildiğinden kokoreç, çocuklara da şekerleme alırdı. Kendisine de iki paket kısa maltepe alır bir paketin hemen hemen yarısını eve gidene kadar tüttürürdü. Evleri iki göz odaydı, üst katta ev sahibi oturuyordu. Saltuk kirasını, faturasını hiç aksatmaz evine fırsat vermezdi.
 Son günlerde gündüzleri evde oturup sadece geceleri işe çıkmaya başlayan Saltuk, Malatya'lı seyyar satıcı çeteleri ile uğraşmak zorunda kalmıştı...
İlk at üzerindeyken görmüştü Sarey onu. Sarey'in babası çarşıdan dönüşte vita yağ, gemlik zeytini, şeker sucuğu, toka, mintak temizlik malzemesi getirirdi. Çocuklarını mutlu etmeyi bilirdi Düzgün Baba. Sarey de mutluydu mutlu olmasına ama çarşı nasıl bir yerdi merak ederdi. Babasından defalarca dinlemesine rağmen bi daha bi daha anlat.
 17 yaşına bastığı yıl bir şekilde babasını ikna etti ve çarşıya beraber çıktılar. Pekmez satan işportacıların,kavun tarlalarının arasından ilerleyerek çarşıya girdiler. Hayallerinin de ötesinde kendi içinde sevimli ve sıcak çevreye aval aval bakarak dolaşırken nar ve ayva dolu heybeleri gördü ilk önce. Daha sonra babasından dinlediği bi dörtlük geldi aklına; Alma al'ı
                                                                                                    Satma kır'ı
                                                                                                    Yağızında binde biri
                                                                                                    İlle doru, ille doru.
 Kır atın üzerindeki yağız delikanlı al yanaklı Sarey'e dokunaklı, yumuşak adeta baykuşun kanat çırpışları gibi sessiz ama arada mesafe bırakmayan tavırlarla yaklaştı...
                                                                                                 

31 Mayıs 2016 Salı

Öyle Bir Yerdeyim ki

  Dünya nüfusunun bir araya gelse bile izah edemeyeceği, açıklamakta güçlük çekeceği anılar barındıran bir ortam var mıdır ? Yada çam kozalaklarını her tepiklediğinizde o anki gerçek sevincin yerini saldırganlığın aldığı bir yer? Güzel olmaya aday olan her günü tekrar tekrar yaşamayı isteyen insanların oluşturduğu bir yerde yukarıdaki iki sorunun cevabı ortak.
  Aslında hissedilen duygulara karşı verilebilecek bütün dönütler de aynı. Hep böyle tekrara düşen bir yaşamın içinde küçük şeylerin beslediği büyük ruhlar da yok değil!  Ayakta kalmanızı sağlayan çok az olumlu gelişme yaşandığından bunların kıymeti oldukça büyük. Tabii her ortamda olduğu gibi burada da şartlarımı nasıl daha iyileştirebilirimin cevabını aramanız gerekiyor. Öyle çok ekstra efora gerek duymadan bunu başarabilmek mümkün. Çünkü yaşam alanınız belirli sınırlar dahilinde ve gizli saklı çok az şey var. Anlayabildiğim kadarıyla zor askerlikten ziyade iyi veya kötü komutanın emri altında olmak var. Eğer daha makul ve öngörülü bir komutanınız varsa o kadar kolay bir askerlik yapar ve hizmetiniz tamamlarsınız. İyi veya kötü komutandan kastım ise iyi olan işini bilen ve en kolay yoldan sorunu çözen anlamında, kötü olanı ise; anlama yeteneği zayıf ve emri altındakilere pratiklikten uzakta bir yol gösteren komutan olarak tanımlayabiliriz. Her ikisini de gördüğüm için bu ayrımı yapabiliyorum. Hemen hemen her yerde olduğu gibi burada da iki ihtimal var. Ya sabun olursun ya da kağıt olursun. Sabun olursan kıyak musluğun deliğinden vıjıt akar gidersin ama kağıt olursan yine iki ihtimalin var. Onun için hemen sıvılaşıp bulunduğun kabın şeklini al ve çarpılma.
  Asla hiç bir şeyden anlama, salağa yat ve olacakları bekle. Sorumluluk almaktan uzak dur, komutan karşısında sırıtma çünkü söyle biz de gülelim demiyor aksine seni güldürtüyor! Ettirgenlik fiilini yaşamak askerlik hizmetinin en bktan şeyleridir haberin olsun. Seni seven insanların sana verebileceği en büyük öğüt aman ha çarpılma! Çarpılırsan da artık o senin kişisel becerine kalıyor durumdan yırtabilmek adına. Yok ben almayım temiz temiz takılayım diyorsan her an tetikte bekle ve asla boşvermişlik seviyelerine inme. Bol bol küfür işiteceksin komutanlardan ( tabi bunlar şahsa değil ağız alışkanlığı olup hedefsiz küfürlerdir), bu durum ilk birkaç gün biraz sevimli ve komik gelse de ( çünkü akşam yattığında günün kritiğini yaparken ulan ne komik adam nasıl güzel küfür ediyor modlarına giriyorsun) ilerleyen günlerde sıradanlaşıyor. Sıradanlaşmak zaten yazılı olmayan bir kanun gibi askerlikte. Sıradanlaşmasına en çok sevineceğiniz durum ziyaretçi günleri. Etrafta dışarıdaki hayatını yansıtan çocukların koşuşturması, günler sonra gördüğün sivil kıyafetli insanlar, sevdiklerin, ve bir an önce anlatmak istediğin irili ufaklı anılar. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadan biter ziyaret saati. İyi komutan kadar iyi tertipin, iyi can dostunun da olması çok önemlidir. Grup sohbetlerinde genelde martava anlatılır, makara kukara çoktur eğlenirsin epey. Ama halinden anlayan birini bulmak yatmadan önceki o bir saatini sana yüksek moral ve motivasyon olarak geri dönüştürür. Dertleşecek insan veritabanı gibi görünse de askerlik, dertlerini anlattığın bir kişi vardır yada yoktur. Bu da yazısız kurallardandır. Kendi tertibini kollamak, özellikle de bölük, takım, manga yada ekibindeki can dostunu kollamak esas unsurdur. Tertibini yanlış yapsa da rütbeliye ispiyonlamamak sana olumlu dönütler sağlar bunu asla unutma.
  Değil herkese, hiç kimseye güvenme! Can dostuna bile. Askerlikte komutana bile güvenme.  Sadece yaptıklarına güven. Yani kendine. Elinden geldiği kadar yardımsever olmaya çalış, çünkü ufak tefek yaptığın bu olumlu ilişkiler diyalog kurmanı, özellikle de yaklaşık 16 saat ayakta kaldığın için gününü daha iyi geçirebilmeni sağlıyor. Arkadaşlık sohbetleri bir süre sonra yerini Freud'un insanlığın doğuştan gelen iki temel dürtüleri olan cinsellik ve saldırganlığa kendini teslim ediyor. Bu konuda genelleme yapmıyorum sadece gözlemlerim bunu gösteriyor. Tabii bahsettiğim o tırnak içerisindeki bir sürelik zarf içinde de edilen sohbetin keyfi ve kalitesi az değil. Bol bol sıvı tüketimi oluyor. Zira bunun için gerekli olan temel madde bozuk para. En azından içinde bulunduğum yerde en çok ihtiyaç duyduğum şey bozuk paraydı. Bu tür şeyler ( bu arada bunlar askerlik sınırları içerisinde sosyal faaliyetler olarak kabul ediliyor) askerliğin olmazsa olmazı olan sıraya girerek yapılıyor. Ps oynamak için sıra, kantin için sıra, duş için sıra, masa tenisi için sıra, kısacası her şey sıra ile.
  Birkaç tane de püf nokta vereyim. Komutanın karşısında dimdik, çakı gibi çıkıp kendini seçkin ve gür sesle takdim edersen bil ki işin yüzde ellisini kopardın demektir. Ama eğer komutanın karşısına yamuk, özensiz, sessiz bir şekilde çıkarsan seni dinlemeden başından savar. Bir ikincisi tek başına olduğunu unutma ve orada hükmü sağlayan insanların dediklerinden şaşma. Kararı onlar verir uygulama kısmını sen yaparsın. Üçüncü olarak himayesi altında olduğun komutan ne derse doğru olan odur. Başındaki komutana bir başka komutan böyle dedi veya böyle öğretti cümlesini sakın kurma. Çünkü o an o komutanın dediklerinden sorumlusun. Başka bir husus işten kaçmaya çalışırsan söbelenirsin ve içinde bulunduğun bölüğü, takımı, koğuşu tek başına yakarsın. Ne iş veriliyorsa ikiletmeden yerine getirmeye çalış ve temiz bir şekilde konuyu kapat. Benim de yaptığım yanlışlardan biri olan kendi tertibinle çok fazla laf dalaşına girip gereksiz yere sinirlerini hoplatma, işi tatlıya bağlayıcı kelimelerle cümleni kur ve konu kapansın.
  22 gün süren acemilik dönemine ait gelişmeler böyle. Sağlıcakla kalın ve kafanızı yoran her şeyi bir kenar bırakıp konuyu kapatmaya çalışın. Konu kapanmıştır :)

24 Mart 2016 Perşembe

Yerden Yüksek

 Hafta sonu vardır bide sınavların olduğu hafta sonu vardır. Geçtiğimiz hafta sonu sınavların olduğu bir hafta sonuydu. Ohh be bir hafta sonu gelse diye bekleyenler için hafta sonuna yaklaşılan günlerde akşam yemek yendikten sonra birdenbire hortlayarak ortaya çıkan ''babaaa hafta sonu açık öğretim sınavları var beni bırakır mısın'' ? sorusu apse yapmış dişe yanlışlıkla dokunulması etkisi yaratır ebeveynlerde. Durumun vahametiyle cebelleşemeden tamam yavrum gideriz dersin. Ancak bu durum bizim gibi ailelerde büyük erkek kardeşe yıkılır. Nitekim böyle de oldu. Cumartesi günü paşalar gibi kalktım, kardeşimle birlikte dolmuşa atladık ve okula geldik. Etraftaki enerji hat safhada, herkes çok enerjik. Kantinde çay içtik falan derken sınav saati yaklaştı ve kardeşimi sınav salonuna uğurladım. Asıl martava buradan sonra başlıyor. Böylesi günlerde herkesin toplu olarak gerçekleştirdiği klasik işler vardır. Genel olarak evli çiftler,nispeten yalnız gelmiş babalar, benim gibi abiler, ve yalnız kalmasın diye gelen vefakar arkadaşlar okul bahçesinde bekleşirler. Yapılan işler ise şöyledir;
 *Şayet hava iyiyse kısa bir keşif yürüyüşünün ardından yerleşilecek mekan belirlenir.
 *Bu işlemden sonra hemen bi büfe aranır ve gazete alınır. Yanında meşrubat vs.
 *Sonra belirlenen yere gelinir ve eldeki o gazete defalarca evrilir çevrilir adeta verilen paranın tam olarak hakkını teslim eder sınavzedemiz.
 *İkinci bir grup ise yanlarında getirdikleri termostan ölümüne çay içerler ve bu grup genellikle arabada bekler çocuklarını.
 *Başka bir grup ise daha okula gitmeyen çocuğuyla gelmiştir. Olacaklar belli; kimse arabaya binmeden herkesten önce arabanın bagajına futbol topunu sıkıştırmıştır. Millet sınava girince bu velet babaa top oynuyak mı ? diye vızıldamaya başlar, babası olum ne topu dese de o top oynanır istisnasız.
 * Benim grubuma gelince. Keşif turuna çıkmak önceliğimdir. Önce okulun bahçesini gezerim. Sonra eğer eski ve tarihi bir okulsa dışarıya çıkar ve çevresini gezerim. Bundaki amaçlarımdan biri okulu çevreleyen duvarlarda su bardağından daha geniş delikler vardır. Ve bu deliklere sokuşturulmuş çok acayip malzemeler bulabilirsiniz. Mesela ben okuldan çaldığım tebeşirleri bu deliklere saklar okuldan sonra alır ve mahallede seksek sahası çizerdim. Bizim zamanımızın meşhur topları olan kozalakları yine bu deliklere saklardık. Ancak en çok okula gizli bir giriş var mı bunu yakalamaya çalışırım. Nedense böylesi tünel, dargeçit ilgimi çeker böyle yerlerde.
 *Benim en çok sevdiğim grup yalnız gelmiş babalardır. Bu adamların yüzlerinden bellidir orada olmak istemeyişleri. Sürekli çay alır kantinden, bahçede etrafa bakınarak dolanır, topu sağa sola kaçan veletin topuna kundura ayakkabısıyla vurur ve bu esnada suratında (belki de en sevdiğim nokta burası) hafif bi tebessüm belirir, fasılalarla sigarasını tüttürür ve elini daima arkasında tutarak yürür. Benim için bu adamlar efsanedir ve kolaylıkla iletişime geçilebilir.
 *Diğer bir grup ise orta yaşlı ve dışarı eşofmanlarını giyinip gelen rahatına düşkün arada çay almaya gidip gelirken telefon sigara cüzdan çakmak ne varsa elinde taşıyarak dolaşır. Bunlardan pek hazetmem zaten bunlar da etrafla pek ilişkili değildir.
 *Son grup ise garip bi şekilde orada tanışan ve acımasızca laflayan annelerdir.
  Bütün bunlar kendiliğinden olur ve o bahçede bekleşen insanlar bütün bu olanlara karışmaz, hatta çok tatlı da bir huzuru vardır sınav bahçesinde bekleyenlerin.

18 Mart 2016 Cuma

Heaven nor helL

  Antonis Fotsis... Bu adam Türk takımlarının canını yakan ceza atışlarını çok iyi bir şekilde atmasıyla ünlü. Ekran başında benim de çok canımı yakmıştır. Kaldırır ve hiç düşünmeden atar bu arkadaş. İsmini telaffuz etmeye de bayılırım bu arada. Hazır bu konuya değinmişken delicious kelimesinin telaffuzuna da bayılırım. '' Bayılırım'' kelimesini kullanmaya da bayılırım. Neyse sana iyi bayılmalar demeden en iyisi geçeyim ben mevzuya.
 Bizim nesil, bizden önceki nesil, bizden çok çok önceki nesil ve büyük ihtimalle bizden sonraki nesil anne ve babalarından aman oğlum aman kızım siyasetle uğraşma, derslerine bak, okumana bak nasihatlerine maruz kaldı, kalıyoruz ve kalacaklar. Var mı bir sakıncası, açıkçası yok. Hayhay derim geçerim. Zira benim zamanımın (lise dönemleri) kendimce en büyük siyaseti Erdal Öz ve Nihat Behram kitapları okumak, dersaneden çıktıktan sonra konur sokağa şöyle bir girip çıkmak, ve tarih dersini asıp 6 mayıs anmasına katılmaktır. Lise yıllarımın aktif siyaset yaşamı böyle geçmiştir. Haa unutmadan son bir anım daha var. Okulda sosyoloji hocamız ismini unuttum ama Erkin'di galiba. Sosyoloji dersinde ülkemizin üniter bir yapıya sahip olduğundan bahsederken deli gibi Erdal Öz,Nihat Behram ve Halit Çelenk okuyan ben birden boş bulunarak atılmıştım ve üniter devlet yapısını açıklar mısınız hocam demiştim. Saolsun kırmamıştı beni ve açıklama yapmıştı.( Bu söyleyeceklerimin konu ile ilgisi yok ama aynı hoca cuma günleri iki tane fotomaç gazetesi almama sebep olmuştur. Aslında işin içinde o kadar trajikomik olaylar var ki. Dur anlatayım bu konu ile ilgili kronolojik yaşanmışlıkları. Okul bahçesinde beklerken müdür muavinimiz ''o horoz kafalarınızı tavuk kafasına çevircem bir gün'' diyerek ilk korkuyu ortaya salardı. Neyse bunu bir şekilde atlatırdım ben ama o esnada okul giriş kapısından geçerken bu Erkin hoca kenardan bana pis pis sırıtırdı. Hiç unutamam o gülüşünü. Neden gülüyordu biliyor musunuz çünkü ceketimin sol iç cebinde fotomaç gazetesi vardı ve bunu ikimizden başka sadece sınıftaki erkekler biliyordu. Ama bütün bunlarla birlikte sadece benim bildiğim bişey vardı, o da ikinci bir fotomaç gazetesinin çantamda olduğuydu. O benim göz bebeğimdi. Velhasıl ikinci ders Erkin hoca gelirdi ve birkaç dakika konuşup öss-ygs hazırlanalım diye soru çözmemiz için bir nevi boş bırakırdı. Ardından yavaaşş yavaş yanıma gelir ve gasteyi versene derdi. Bu hadise en az 10 defa aynı senaryo eşliğinde yaşanmıştır. Hiç düşünmez ve bilmezdi bu çocuk sosisli yemesi için evden aldığı paraya iki tane gaste alıyor bir tanesini kendisine veriyor diye. Neyse ben hakkımı helal ediyorum hocaya. Sayemde iddaadan üç beş kuruş kazandıysa o da helal olsun. Neyse sınıftakiler harıl harıl test çözerken! ben ve birkaç arkadaşım alttan alttan maçları belirler ve kuponu yapardık. Ahh ulan ahh lise ve dersane günlerim.)
 Derken üniversiteye geldik. Birkaç hınzırlık dışında siyasete bulaştığım yine söylenemez. Birkaç hınzırlık dediğim iki üç duvar yazısı, topluluk danışmanımızın üzerine yürüme! (nasıl bir ifade ise bir insanın üzerine yürüme, atalarımız işte böyle demişler) birkaç yürüyüşe katılmak vs vs.
 Şimdilerde ise okul hayatımı bitirmiş ve kariyer planlamasına geçmiş biri olarak her evden çıkışımda hala amann oğlum siyasetten uzak dur sözünü işitirim.
 Yani diyeceğim şu ki; ne cennet ne de cehennem...